31 Mayıs 2014

Caner Eler Röportajı


Eurosport Türkiye'den Caner Eler'le final ödevim için bir röportaj gerçekleştirdim. Bu vesileyle kendisiyle de tanışma imkanı buldum. O yoğunluğun arasında beni kırmayıp, röportaja vakit ayırdığı için kendisine sonsuz teşekkürler.

Röportaja hayat hikayenizle başlamak istiyorm. Zira normalden epey farklı bir hikâyeniz var. Çok ciddi rahatsızlıklar geçirmişsiniz örneğin. Biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?

Ben İTÜ'de basketbol oynarken, üneversitede de ailemizin bir geleneği olduğu için benim de tam makina mühendisliğini kazandığım ve eğitim gördüğüm esnada kemik kanserine yakalandım. Kemik kanserine yakalanınca başka bir şeyler arayışında olduğumu hissettim ve o sayede zaten spora da çocukluğumdan beri çok meraklı olduğumdan ve takip ettiğimden ötürü, çocukluğum da tek kanallı dönemde geçtiği için zaten çok fazla bir şeyi izleme imkanınız olmazdı. şimdiki gibi on tane futbol maçını ayrı ayrı izleme şansımız yoktu.

Futboldan örnek veriyorum, en popüler spor diye, bütün karşılaşmaları izlerdim, takip ederdim, arşivlerdim her şeyi. Kasetlere, videolara çekerdik maçları, programları. Ardından fark ettim ki hayatta en keyif aldığım şey spor üzerine bir şeyler konuşmak ya da sporla bağlantılı her şey üzerine sohbet etmeyi hatta ve hatta yazmayı daha çok sevdiğim için o dönemde yazarlıkla uğraşırdım kendimce. Sonra Four Four Two Türkiye'nin açıldığını duydum, ki ingilizcesini çok severdim, alırdım. Türkçesinin çıktığını duyunca çok heyecanlandım, keza ekibi de çok heyecan vericiydi. Banu Yelkovan, Mert Aydın, Coşkun Çelik çok güzel bir ekipti. Sonrasında o ekip içlerine girmemi kabul ettiiler sağolsunlar.  O sıralarda da ayrıca Eurosport'a başvurdum ama ben daha çok editörlük düşünüyordum. Velhasıl, yavaş yavaş tecrübe edinmeye başladım. Eurosport yayın tecrübesi edinmek adına çok iyi bir yer. Öğrendiğim dilleri geliştirmek açısından çok büyük katkısı oldu ayrıca.

Eurosport'a giriş hikayeniz de bir hayli ilginç. Bundan da biraz bahsedebilir misiniz?

Aslında şöyle bir hikaye, ben o zamanlar Eurosport'u çok sık takip ederdim. Arkadaşlarım da "Niye başvurmuyorsun ki?" diyorlardı, ben de onun üzerine başvurmaya niyetlendim ve gazetede Eurosport'un ilanına denk geldim. Ama ilanda ne telefon numarası ne de adres vardı. Neyse bir hafta sonra ameliyata girdim çıktım, ardından bir kez daha araştırmaya başladım ve bu sefer Bağış Erten'in mail adresini buldum, mail attım. O da "Kadromuz doldu ancak gel yine de bir çayımızı iç, konuğumuz ol" dedi. Tabii bunu nazikçe geri göndermek için yaptı, özünde çok iyi bir insandır. Görüşmeye gittiğimde beni bir türlü defedemedi, hep zor sorular sordu ve ben de bildim onları. Lakros, Çim Hokeyi gibi sporlardan soru sormasına rağmen, ben de bu soruları bilince "Hadi bir yayına çık" dedi, iki gün sonra sabahın körüne bir çim hokeyi maçı verdi, o yayını yaptım ondan sonra defedemedi bir daha. (Gülüyor)

Özellikle bisiklet sporuna dair müthiş bir bilgi birikime sahipsiniz. Bununla beraber Lance Armstrong ismi ayrı bir öneme sahip sizin için. Neden bir çim hokeyi değil yada başka bir spor dalı değil de bisiklet sporu?

Aslında sporları birbirinden ayırmakta zorlanıyorum. Tabii ki belli sporları izlerken daha farklı keyifler alıyorum, doğrudur. Ama ben açıkçası bisikleti tabii ki farklı bir yere koyuyorum ancak bisikleti yüzme'den, atletizm'den, tenis'ten, basketbol'dan çok çok ayrı bir yere koymuyorum. Benim için hepsi önemli sporlar. Hepsini izlerken ayrı ayrı keyif alıyorum. Elbette 20-30 spor dalını birden her hafta takip etmek mümkün değil zaten. Bisikletle ilgili olay da, tabii ki bisiklet sporunu ilk başta izlerken insanın kendini limitlerini zorlaması, bisikletle başbaşa doğada doğal faktörlere karşı bir yandan mücadele etmesi, biraz da hayatla bağdaştırdığım için de olabilir. O dönemde kendi yaşadığım zorluklar ve Lance Armstrong’un hikayesini okumamdan da olabilir ama bisiklete ilgim 90’ların başında başlamıştı. O döenmde izlediğim isimler ve tabii ki Lance’in hikayesi katmerlemiştir doğrudur.

Hem ben kanser hastası olduğumdan, hem onlarla empati kurmak açısından ve kitabında bahsettiği şeylerle mücadele anlamında hayata dair paralellik görmemin etkisi olmuştur. O yüzden yeri farklıdır benim için. Tabii sporu sevmek açısından bisikleti de, atletizmi de yüzmeyi de çok seviyorum, bir nevi tüm sporlar evlatlarım gibi. (Gülüyor)

Daha çok bisiklet anlatırken insanlar bildiği için ve bisiklet anlatırken daha fazla vakit ayırdığım için insanlar beni daha çok bisikletle bağdaştırıyor.

İtalya Bisiklet Turu’nda Kolombiyalıların bir çıkışı söz konusu. Ki genel klasmanda da ilk 10’da üç tane Güney Amerikalı sporcu var. Onların bu çıkışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Demin “Bisikleti neden bu kadar seviyorsun?” diye sordun ya, tabii ki her şey hikâye öykü değildir ama çocukken hayallerimizin bir bölümünü hikâyelerden öykülerden okuruz, hayal gücümüzü canlandırır ve insanın yaşı ne olursa olsun, bu sporun arka plandaki hikâyeleri benim için çok özeldir. Bu sadece romantiklikten kaynaklanan bir şey değil, okumak hakikaten hoşuma gidiyor, keyif alıyorum. İllâ bir başarılı sporcunun arkasında bir hikâye olması gerekmiyor. O sporcu gayet iyi şartlarda da yetişmiş olabilir, ama genelde de hayatta bir şeyler için çocukken veya gençken çabalamak zorunda kalan isimler dayanıklılık sporlarında daha farklı yerlere geliyorlar.

Hem duygusal hem fiziksel acı yeşilin farklı bir yerde olması lazım. Çok rahat olursan, o rahatlıkta istediğine ulaşamayabiliyorsun. Kolombiyalıların öyküsü de biraz da buradan geliyor, yaşamları hiç kolay olmamış. Yirminci yüzyılın büyük çoğunluğu şiddet içerisinde geçmiş ülkelerinde. Çocuklar o dönemde okumakta bile zorlanmışlar, özellikle çıkan bu bisikletçilerin birçoğu Güneybatı Kolombiya’dan çıkma. Hem dağlardan dolayı yüksek irtifa var, hem de ulaşabildikleri imkanlar çok fazla değil. Ayrıca yıllarca başka şiddetin etkisinde kalmışlar 50’ler ve 60’larda. Gabriel Garcia Marquez’in bahsettiği dönemler, bir de 80’lerle beraber bilhassa uyuşturucu karterlerinin şiddetinin etkisinde kalmışlar ve o sıkıntıları atlatmak için ve orada veledrom da olduğundan dolayı bisiklet için bir bakıma temel oluşmuş ve o temelin üzerine gidip hayatlarını oradan kurmuşlar. O yüzden buradan gelen çoğu genç, en yaşlısı zaten 27-28 yaşında.

Geçmişten de önemli Kolombiyalı bisikletçiler de var bu arada. 70’lerden 80’lerden özellikle, ama özellikle 80’ler ve 90’lar uyuşturucu karterleri dönemine denk geldiği için biraz kopuk. Şimdi ise, o kopuk jenerasyonun üzerine bu jenerasyon yeni bir şeyler inşa ediyor ve bisiklet sporuna uygun öyle bir ülkeleri var ki; hem tırmanış, hem iniş hem de yüksek irtifa bir bisikletçinin yetişmesi, gelişmesi için çok önemli faktörler. Hem bu doğal şartları iyi kullanıyorlar, hem de o acımasız dönemden kalma bir dayanıklılıkları var. Dolayısıyla bu sırf üç ismin değil, bir ülkenin hikâyesi aslında.

Geçtiğimiz günlerde ülkemizde Türkiye Bisiklet Turu düzenlendi ve TUR'la alakalı okuduğum bir haberde, önümüzdeki yıl için UCI'a yıllık 1.5 milyon Euro ücreti vermek ve bunun 4 yıllık teminatını sağlaması gerektiğine dair bir durum söz konusu olduğu belirtilmiş. Bu konu hakkındaki düşünceleriniz nedir?

Dünya'da bir takvim var, hani ATP ve WTA'in nasıl bir takvimi var ve araya turnuvaların girmesi pek kolay olmuyor, bunun için belli ayarlamalar yapmak gerekiyor. Dünya'da da bisiklet takviminde bir yoğunluk var. Ülke olarak en üst lisansı alabilmek ve en üst tur içerisine girebilmen için ciddi bir maddi teminat göstermen ya da çok köklü bir yarış olman lazım. Şimdi biz bu yıl 50'ncisini kutladık ancak şu son beş yıldır prestij açısından uluslararası bir yükselme söz konusu. Onun öncesinde daha yerel, biraz daha amatörce yapılıyordu. Şimdi ise daha bir uluslarası boyut kazandı.

Yani ülke tanıtımına katkısı olsun gözüyle bakıyoruz bir bakıma...

Evet,  bunun için senin o takvime girebilmek için ya yüksek paralar ödemen ya da başka kriterleri yerine getirmen lazım. Şimdi başka kriterleri Türkiye iyi karşılıyor ama Arap Yarımadası'nda da Katar ve Dubai'de  de bazı yarışlar düzenleniyor, onların da turları var ve onlar yavaş yavaş dünya turuna giriyorlar. Sebebi de, çok büyük paralar harcıyorlar ve o paraları harcarken de önemli bisiklet organizasyonlarıyla da işbirliği yapıyorlar. Oradan da belli bir güç elde ediyorlar doğal olarak,  UCI da onlara dünya turunu ya da önemli lisansları veriyor. Bizim için o yüzden para daha önemli ya da yılların geçmesini bekleyeceğiz.

Türkiye Turu için harcanan paralara da dikkat etmek lazım. Üstten bir yapı kurken elbette iyidir ancak alttan yapıyı kurmazsan, üstteki yapı üzerine çöker. O yüzden de bizim biraz da temeli oluşturmamız lazım. Örneğin Veledrom inşası olabilir, iyi antrenörler yetiştirmek olabilir, kulüpleri arttırmak olabilir. Mesela Kolombiyalılar zamanında kendi kentlerinde ya da kasabalarında miniklerin olduğu bisiklet kulüplerine katılma şansları buldular. Bizde öyle bir durum yok. Bizim öncelikle bu sistemi kurmamız lazım, bunun için de devletin spor politikasıyla ilgili bazı şeyleri değiştirmesi lazım.

Bunun üzerine Türkiye Turu yapılması harika bir şey. Türkiye'nin tanıtımı için de önemlidir, Türkiye'de bisiklet farkındalığı için önemlidir, mesela sen Türkiye Turu'ndan bahsettin. Mahalledeki teyzem izliyordur örnek veriyorum, Demre'de oturan teyzemin mahallesin bisiklet turu geçiyor veya oradaki gençlerden birisi bisiklete ilgi duymaya başlayacak ama ilgi gösterdiği zaman nerede bisiklete binecek?

Doğru düzgün bisiklet yollarımız bile yok...

Hayır, onun da öncesinde hangi kulübe gidecek? Bir sistemin ya da ekolün var mı, önce bunun üstünden gitmemiz lazım. Biz o sistemi kurmadan o 1.5 Milyon €'yu yatırıp "Tamam biz Türkiye Turu düzenliyoruz ama öbür taraflara hiç dokunmuyoruz" demek olmaz. Ben yapılmıyor demiyorum, daha fazla yapılması lazım. Bu sadece bisiklet için geçerli değil, her spor dalıyla alakalı bir şey. Birkaç sporumuz hariç tabii. Onlar da zaten kendi kendine, doğal yollardan meydana gelmiş, devletin teşvikiyle bir yere gelmemişler.Devlet sadece altyapı sistemini kurmak için doğru ortamı oluşturması lazım. Elbette her ülkede aynı sistemin oluştuğunu söylemiyorum. İspanya'nın, İngiltere'nin, Avustralya'nın, Fransa'nın sistemleri farklı farklıdır. Bazı ülkeler eski komünist sistemden geldikleri için zaten kendi kökenlerinde oluşmuş spor ekolleri vardır, bunlar üzerinden giderler.

Yani başka şeyler lazım bize. Bizim baştan aşağı bir temel atıp, onun üzrine çatı kurmamız gerekiyor. O çatının tepesindeki kremanın da Türkiye Turu olması gerekiyor.

Pası bisikletten futbola atalım isterseniz. Bu Dünya Kupası'nda en büyük sürprizi sizce hangi takım gerçekleştirebilir? Belçka, Bosna ve Uruguay'ın bu turnuvada sürpriz yapma ihtimali çok yüksek gibi gözüküyor. Ayrıca bu Dünya Kupası'ndaki favoriniz kim?

İşin içine Dünya Kupası yahut Avrupa Futbol Şampiyonası girince, hatta tüm spor dallarında büyük turnuvalarda klişedir ama takım olarak o turnuvayı iyi geçirmek çok önemlidir. Sizin illâ yetenekli oyunculardan oluşmanız o kupayı kazanabileceğiniz anlamı taşımıyor. Ama "Turnuvana Takımı" denen bir şey de var ve turnuva konsantrasyonu, doğru kimya kısacası her şey işin içine girer Dünya Kupası'nda.

Örneğin 20006 Dünya Kupası'nda İtalya'nın şampiyon olacağını çok az kişi söylüyordu. Bu adamlar ilk turu geçebilir mi diye şüpheyle bakılıyordu ama öyle bir halet-i ruhiye ile geldiler ki,  özellikle Calciopoli skandalı onları bir bakıma birleştirdi. Futbolcular her maçı son maçmş gibi oynadıklarını söylüyorlardı ve zaten Dünya Kupası'nı aldılar gittiler. Mesela o Dünya Kupası'nda iyi takımlar da vardı. Almanya İtalya'dan daha iyi futbol oynadı. Ya da Euro 2000'de İtalya finale gitti ama İtalya orada da hiç iyi futbol oynayamadı. Orada Hollanda muhteşem futbol oynadı ama yarı finalde kaybetti.

Şimdi Dünya Kupası'nda Belçika, Uruguay ve Bosna Hersek dediğin zaman da, Belçika çok yetenekli.

Müthiş bir jenersyon yakaladılar...

Hatta bir iki jenerasyon birden yakaladılar. Onlar da çünkü büyük bir çöküş yaşadılar 90'larda ve onun üzerine başka bir sistem yenilediler, Almanların yaptığının benzerini yaptılar ve şimdi çok yetenekli bir takımla geliyorlar. Ama çok genç bir takım olmanın verdiği baskıya ne kadar doğru reaksiyon gösterecekler, bunlar biraz önemli. Hiç bundan bahsedilmeden turnuvaya gitseler biraz daha farklı olabilir. Ama ben onların mental anlamda muazzam bir  takım olduklarını düşünüyorum. Ancak Dünya Kupası'nda işin içine çok fazla mantalite giriyor. Mesela Urugay bana göre kafa olarak daha hazır oyunculardan kurulu, hem 2010'dan acayip bir tecrübeleri de var. Çünkü bu Belçika takımının Dünya Kupası tecrübesi yok.

Belçika için en önemli Dünya Kupası tecrübesi 1986'dır ve orada çeyrek final oynamışlardı. Scifo  Colemans ve Jan Marie Pfaff vardı. Pfaff, sonra Türkiye'ye gelmişti. Belçika için 1994 yılı da çok iyi bir kadroyla geldikleri bir dönemdi  ancak orada başarılı olamamışlardı.

Bosna Hersek de ayrı tecrübesizliğe sahip. Burada tecrübe çok devreye giriyor. Ama şu da var, momentum ve ritim yakalamak da çok önemli. Eğer Bosna ve Belçika o havayı yakabilirlerse bir şeyler yapabilirler.
Ama mesela 98 Dünya Kupası'nda Romanya acayip bir hava yakalamıştı, saçları sarıya boyatıp ikinci tura çıktılar ve ikinci turda elendiler. Aynı şekilde 94 Dünya Kupası'nın Romanya'sı da muhteşem bir futbol oynuyordu Dumitrescu ve Hagi'li kadrosuyla yıkıp geçiyorlardı herkesi ama gidip olmadık bir maç kaybettiler, yani bunlar olabiliyor.


Tabii iyi hikayeler de var, örneğin 98 Hırvatistan. Ama onların oyuncuları çok tecrübeliydi mesela. Onların oyuncularının çoğunun Şampiyonlar Ligi tecrübesi vardı, önemli takımlarda oynuyorlardı. Boksic, Jarni gibi isimleri de vardı. Ama ben burada Uruguay'ı daha tecrübeli görüyorum.
Bir de Dünya Kupası'nda iyi hücum yapan takım bir yerlere gelebiliyor ama çok iyi bir savunma temelinin de olması lazım.

Liverpool'a karşı büyük bir sempati duyduğunuzu biliyoruz. Bu sezon son anda şampiyonluğu kaybettiler. Bu konu hakkındaki düşünceleriniz nedir?

Biliyorsun sosyal medyada "Abi ne zamandan beri Liverpool'u tutuyorsun?" muhabbeti var ya, herkes özgürlüğü savunuyor ama bir yandan hipokrasi de var. Benim çocukluğumda Liverpool çok başarılıydı, o dönemde dergilerden ve televizyondan Avrupa futbol programlarını izlediğimden benim için Liverpool ayrı bir yere sahipti. Benim sempatim oradan oluşmuştu, ki daha Premier Lig yoktu ortada, bu sistem oluşmamıştı.

Premier Lig son 15 senede bu popülariteye ulaştı zaten...

Yeni jenerasyonda farklı takım tutanlar var mesela. Manchester United'ın başarılı olduğu döneme denk gelip, 90'ların sonunda çocuk olup Manchester United'ı tutanlar var. Şu an Manchester City'nin başarılarından dolayı City'yi tutanlar gibi.


Benim gibi 2000'lerin başında Arsenal'ın kazandığı şampiyonluktan sonra Arsenal'ı destekleyenler de var örneğin...

Arsenal taraftarı çoktur Türkiye'de, çünkü 90'ların sonu 2000'lerin başında oynadığı futbolla o jenerasyonu çok etkilemişti ve o dönem de Premier Lig de çok yayınlanıyordu. Gerçi hâlâ yayınlanıyor ama o zaman şimdiki gibi şifreli değildi.

Mesela Norveç futbol konusunda  çok ilginç bir ülke. Diğer sporlarda da geleneği var ama futbolda dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri  değil.  Dünya Kupası'na gittikleri, iyi futbolcu yetiştirdikleri dönemler var ve hatta Türkiye'den daha fazla yurt dışında oynamıştır Norveç.

Norveç'te her İngliz kulübünün bir fan kulübü vardır. Her Norveçli bir İngiliz takımı tutar. Neden? Çünkü uyduları olmasa bile televizyon antenleri İngiltere'ye yakın diye bütün maçları çekermiş. İzledikleri için de hoşlarına gidermiş ve o kulüpleri tutarlarmış.

Liverpool'a gelince de, güzel hikayeydi bu sene. Tabii geçmişten daha fazla paralar harcanarak kurulan takımlar başarılı olamadı, burada Premier Lig bazında nispeten yine iyi paralar harcadılar ama bir Manchester City ya da Liverpool gibi fütursuzca para harcama durumları yok. O parayı düşünerek harcıyorlar en azından. Sonuçta Amerikalı takım sahipleri var, onların bir de Boston Red Sox'ı var, onlar onu bile yaparken dikkat ediyorlar.

İngiltere'nin kendi içinden çıkmış bir teknik direktörle, daha genç bir teknik adamla bu işi yapmaları, Liverpool'a en başında şans verilmiyordu zaten. Liverpool'a sene başında kim "Şampiyonluk adayı" diyordu ki?

Liverpool'un beklentilerin üzerine çıkması açısından çok önemli bir sezondu ama o kadar yaklaşılmışken kaybedilmesi acı oldu. Buna rağmen Brendan Rodgers'ın iyi bir temel kurduğunu düşünüyorum.

Bu sezona damgasını vuran bir diğer takım da Atletico Madrid'di. Gerek La Liga'da, gerekse de Şampiyonlar Ligi'nde muazzam işlere imza attılar ve La Liga'da uzun yıllar sonra Barcelona ve Real Madrid'i geride bıraktılar. Atletico'nun şampiyonluğu için neler söylersiniz?

Sezonun hikayesi tabii. Hatta son yılların en önemli hkayelerinden bir tanesi. Hem çok az para harcayarak, hem birçok önemli futbolcusunu satmasına rağmen belli bir kemik yapı oluşturdular, altyapılarına güvendiler. Bu arada son yıllarda altyapısından en fazla oyuncu çıkartıp başka ülkelere gönderen takımlardan birisi Atletico.

Bir kere o kimliği oluşturdular ve o kimliğin üzerine Simeone "Bu takım ne oynar?" dedi ve bu takım fantastik bir hücum ederse olmaz, bu takım iyi savunma takımı olup, onun üzerinden hücum eder dedi ve Diego Costa gibi bir adam yakaladılar, Arda çok iyi monte oldu. Kısaca başka takımların pek ilgi göstermeyeceği oyuncular orada birbirine kenetlendi.

"Sezon yakalamak" denen bir şey var, bir nevi takım mühendisliği. Atletico Madrid biraz onu yakaldı ve Simeone orada çok önemli bir iş başardı. Orada oluşturduğu hava çok acayip, oyuncular ona çok büyük saygı duyuyorlar ve oynattığı oyun bu takımın oyuncu yapısına uyan bir sistem.

Simeone burada nasıl efektif bir yapı elde edebilirim diye düşünüp bunu uygulamış. Zaten hem İtalyan futbol kültüründen hem de Arjantin futbol kültüründen beslendiği için ikisini bir arada harlanmayıp bir şey ortaya koymuş. İşte fizikli stoperler Miranda ile Godin, bekler hem savunmada hem hücumda etkili, özetle genel olarak güzel bir hikaye ve Simeone burada mental olarak da güçlü bir takım kıldı. Çünkü burada önemli olan, Real'i ve Barcelona'yı yenebileceğine inanmak. Hatırlarsın, Atletico kaç yıldır Real'i yenemiyordu ve Atletico altyapısından çıkan Raul'ün Real Madrid'de gol kralı olması gibi hikayeler de var ve 18 yıl sonra Radamel Antic yönetiminde de çok iyi bir takım yakalamışlardı ve Barcelona ve Real'in kadro geçiş döneminden yararlandılar. Caminero ve Kiko gibi önemli isimler vardı kadrolarında ancak o zaman da çok fazla yıldız isim yoktu Atletico'da. Mesela Panchev ile Diego Costa'yı birbirine çok benzetirim forvet yapısı olarak.
O sezondan farklı olarak bu yıl Şampiyonlar Ligi'ne de gittiler ve asıl önemlisi o. En zor kupada finale kadar gittiler ve finali de çok dramatik bir şekilde kaybettiler. Bu yüzden yılın takımı Atletico'dur.

Son olarak, kapanışı  Euroleague ile yaapmak  istiyorum. Maccabi, CSKA,Barcelona ve Real Madrid'i geride bırakarak Euroleague'de şampiyonluğa uzandı. Üstelik Final Four'da mağlup ettikleri CSKA ve Real Madrid'le yaptıkları hiçbir maçtan galip ayrılamamışlardı bu sezon. Maccabi'nin zaferini nasıl değerlendirirsiniz? 

Maccabi zaten sezon boyunca hiç ışık vermedi. Şöyle bir şey olur, bazı takımlar sezona kötü başlar, ortada yükselişe geçip, aynı Olympiakos'un ilk şampiyon olduğu senedeki gibi bir zafer kazandılar. Ama Maccabi bunun da tam karşılığını vermedi. Bir maçı 20 sayı farkla kazanıp, diğerini acayip bir şekilde kaybediyorlardı. İşte burada Final Four sistemi çok önemli.

Geçmişte kadrosunda çok önemli isimlere sahip olup da, başarıya ulaşamamasının dışında bu sene biraz daha  mütevazı bir kadroyla şampiyonluğa ulaştılar. Çünkü Maccabi'nin geçmişten bu yana bütçesi biraz düştü. Hem İsrail kaotik bir bölge sonuçta. Şiddetin yoğun olarak yaşandığı, her iki taraf için de zor dönemlerin yaşandığı bir bölge.

Özellikle 2000'lerin ortasında yoğun intihar saldırıları olmuştu, hatta Hüseyin Beşok da Maccabi'ye gitmişti.. Özellikle Amerikalı oyuncular ve Avrupalılar Maccabi'ye gitmeye pek gönüllü olmamışlardı. Sonra zaten bütçe küçülttüler, gelmeyi kabul edenlerle yola devam ettiler ve ondan dolayı da çok büyük bütçeli bir takım kuramıyorlar. Hem maddi yapılarında da bir gerileme oldu, Avrupa'daki kriz bir nebze İsrail'de de var sonuçta.

Ama basketbol açısından baktığımda yıllardır İsrail'de bir hükümdarlık kurmuştu. Her sene başında Maccabi'nin ligi kazanacağı garantiydi. Diğer takımlar hiç kafa tutamıyordu ve kırk yılda bir sürprizler oluyordu ancak. Ardından Play-Off sistemini değiştirdiler.
İsrail'de Maccabi'nin hükümdarlığını yıkmak için kurulan sistem bu yıl Maccabi'nin yarına oldu aslında. Belki Play-Off serisi olsa,  CSKA ve Real Madrid'i muhtemelen geçemezdi.

7 Aralık 2012

Bünye Alışkın Olmayınca...



Maç formalite maçı olunca, doğal olarak normalde pek forma şansı bulamayan isimler forma giydi bu akşam. Tipik bir Türkiye Kupası maçı havası vardı bir bakıma. 
 
Grup liderliğinin garanti olduğu bir ortamda ne kadro, ne de skor pek önem arz etmiyor. Belki kadro özelinde Özgür Çek, Recep Niyaz gibi oyuncuların forma şansı bulması üzerine birkaç şey yazılır ama ona da gerek duymuyorum açıkçası. Yalnız tek bir söylemek lazım Özgür Çek için. Şu maça kadar "Bu çocuk niye forma şansı bulamıyor?" diye sorup durduk kendimize ama şu durumdaki Özgür Çek, Fenerbahçe kalitesinde bir oyuncu değil. Devre arasında kiralık gönderilmesi hem onun adına hem Fenerbahçe adına daha hayırlı olur gibi.
 
Bunun dışında uzun zamandır bir Türk takımı, Avrupa Kupası maçına bu kadar rahat çıkmayalı epey zaman olmuştur herhalde. Bu tarz şeylere alışkın olmayınca, tribündeki taraftarın verdiği tepki de acımasızlaşabiliyor bazen. Ama ülke futbolu olarak böyle devam edersek bu sorunu da halletmemiz pek de zor gözükmüyor.
 
Fenerbahçe'nin forvet hattı için "Moussa Sow ve diğerleri" diye bir tanım oluştu benim gözümde. Gerek Semih, gerekse de Bienvenu'yü üst üste koysak bir Sow etmezler şimdiki görüntüleriyle. Hoş, Semih'in bu takımda yine belli bir geçmişi var ama Bienvenu gerçekten çok yetersiz bir oyuncu. Her şeyden önemlisi fizik gücü olarak ciddi sıkıntıları var bir kere. O yüzden bu gibi maçlarda Moussa Sow'un değeri daha bir anlaşılıyor. Hatta insan "Bu takıma ikinci bir Sow daha lazım" diye içinden geçirmiyor değil. Hele bu sene Avrupa'da belli yerlere gelinmek isteniyorsa takviye şart.
 
Velhasıl, bir sonraki tur için Fenerbahçe'nin muhtemel rakiplerini gördükçe insanın içi kararıyor belki ama olsun o kadar da olsun artık...

11 Haziran 2012

4-6-0'ın Zaferi


Kulüp takımlarını baz alarak konuşmak gerekirse, İspanya futbolun Barcelona'sı ise, İtalya'da futbolun Real Madrid', olabilir rahatlıkla. İspanya milli takımının Barcelona'dan pek bir farkı yok aslında. Barcelona'dan tek farkları, Messi'nin Arjantinli olmasıdır herhalde. Tıpkı Barcelona gibi, kim nerede oynayacağını biliyor bu takımda ve değişmeyen bir sistemleri var. 
İtalya ise, İspanya'ya göre biraz daha ağır kalıyor o açıdan ve oyunun hücum yönüyle değil de, savunma yönüyle ön plana çıkıyorlar daha çok. Bu maçta da Prandelli'nin ilk hedefi İspanya'nın hızını kesmekti ve taktik anlayışını da ona göre belirlemişti. İlk önce İspanya'nın orta sahadaki hızını kesip, daha sonra oyunun hücum kısmını halledeceklerdi ve bu yüzden 3-5-2 ile başladı maça. 3-5-2 her açıdan riskli bir taktik. Orta sahada rakibin hızını keseceğim diye savunmada ciddi sıkıntılar yaşaması muhtemeldi İtalya'nın ama korkulacak düzeyde tehlikelerle karşı karşıya kalmadılar neyse ki.
İspanya'nın bu maça 4-6-0'la başlaması kesinlikle herkesi şaşırttı. "En uç bölgede birisi olmadan bu takım nasıl etkili olacak?" deniyordu ama Xavi ve İniesta gibi oyunculara sahip oldukları için, o bölgeye topu taşımakta pek zorlanmadılar. Tabii ikinci yarıda oyuna giren Torres'in yerine daha eli yüzü düzgün bir oyuncuları olsaydı, onlar için maç daha farklı olabilirdi bence.
İtalya ilk yarıda İspanya'nın yoğun pas trafiğine rağmen ciddi pozisyonlar buldu ama Balotelli o bölgede çok ağır kaldığı için bu fırsatlardan yararlanamadılar. Esasında ilk etapta Di Natale ile başlayıp, sonrasonda Balotelli takviyesi daha yararlı olmaz mıydı? Olabilirdi ama Prandelli Balotelli ile başlamayı tercih etti. 
İlk yarı boyunca İtalya'nın ağır bastığı, pozisyonlar bulduğu bir ortamdan, aynı şekilde ikinci yarıda bu sefer İspanya'nın fırsatlardan yararlanamadığı bir maç izledik.  İspanya'nı ikinci yarının son bölümlerinde Torres ile kaçırdığı pozisyonlara ise değinmeyeceğim. İtalyanlar yatsın kalksın Torres'e dua etsin. Tabii Buffon'un da hakkını yememek gerek.
Bana göre İtalya için şöyle bir sıkıntı söz konusu bir de. Kadro geneline baktığımızda yaş ortalaması yüksek bir takımdan söz ediyoruz. Yaş ortalamasının yüksek olması ve orta sahada etkili ama ağır oyuncuların bulunması İtalya'nın elini kolunu bağlıyor bir bakıma. Yani orta sahada daha diri oyuncuları olmuş olsa, her şey daha farklı olurdu kesinlikle.
Uzun lafın kısası; forvetsiz oynayan bir İspanya karşısında İtalya'nın aldığı bir puan kazanç değil, kayıptır.

7 Haziran 2012

İtalya'nın ilk maçları : "Nasıl başlarsa öyle gider (!)"


İlk maçlar her zaman önemlidir. Zira yapacağınız iyi bir başlangıç sizi motive eder ve gelecek maçlara daha rahat gözle bakarsınız. Tam tersi bir durumda ise her şey tepetaklak olabilir ve hüsrana uğrayabilirsiniz. İtalya için ikinci şıkkı göz önüne almak yanlış olmaz.
Euro 96'dan bu yana oynadığı ilk maçlar, İtalya için o turnuvadaki gidişatını epey etkilemiştir her zaman. Hemen hemen her turnuvada bu böyle olmuştur.
Euro 96'da İtalya, Almanya, Çek Cumhuriyeti ve Rusya ile aynı gruba düşmüştü ve ilk maçını Rusya ile oynamıştı. Pierluigi Caseraghi'nin attığı iki gol ile maçı 2-1 kazanmışlardı fakat hemen ardından gelen Çek Cumhuriyeti yenilgisi ve Almanya beraberliği onları turnuvanın dışına itmişti ve evlerine erken dönmüşlerdi.
Euro 2000'de ise İtalya, Türkiye, Belçika ve İsveç ile aynı grupta yer almıştı. İlk maçta rakipleri Türkiye'ydi ve o maçı da 2-1 kazanarak iyi bir başlangıç yapmışlardı. Bu iyi başlangıç grupta diğer maçlara da yansıdı ve 3'te 3 yaparak grubu lider tamamladılar. Sonrasında sırasıyla çeyrek finalde Romanya, yarı finalde Hollanda'yı eledikten sonra finalde Fransa'ya boyun eğmelerine rağmen onları başarısız sayarsak çarpılırız yani.
Euro 2004 ise İtalya için tam bir şanssızlıktı. İsveç, Danimarka ve Bulgaristan ile aynı gruba düşmüşlerdi ve Bulgaristan'ın 0 çektiği, İsveç, Danimarka ve İtalya'nın 5 puan topladığı grupta, averajla turnuvanın dışında kalmıştı gök maviler.
Euro 2008'de yine hayal kırıklığına uğrayacaktı İtalya. Hollanda, Romanya ve Fransa ile aynı gruba düşmüşlerdi ve 9 puanlı Hollanda'nın ardından 4 puan toplayarak çeyrek finale yükselmişlerdi. Çeyrek finalde turnuvayı şampiyon tamamlayan İspanya'ya penaltılarda boyun eğerek yine evlerinin yolunu tutmuşlardı.
Şimdi yine rakipleri İspanya ve bu sefer ilk maçta karşı karşıya gelecekler. Bu maç, yine İtalya'nın gidişatını baya etkileyecektir.

13 Mayıs 2012

Canınız Sağolsun

14 Mayıs 2006, 16 Mayıs 2010, 12 Mayıs 2012... Altı sene içerisinde son haftada kaçan üç şampiyonluk. Kaçan bu üç şampiyonluğun ikisi taraftarı derinden üzdü elbette ama 12 Mayıs 2012'de kaçan şampiyonluk diğerlerinden epey farklıydı. Bu sefer maçın sonunda olması gerektiği gibi takım tribünlere çağrıldı ve bütün futbolcular ayakta alkışlandı, olması gerektiği gibi...

12 Mayıs 2012 günü kaçan şampiyonluktan sonra gerek televizyonları başında, gerekse de statta bulunan taraftarların gözünde 3 Temmuz tarihinden bu yana yaşanan onca şeye rağmen takımın verdiği onur mücadelesinin getirdiği bir gurur vardı insanların gözünde. Bazen o formanın maç sonunda sırılsıklam olması galibiyetlerden, şampiyonluklardan kat be kat önemlidir. Dün akşam, böyle bir ortam vardı Saracoğlu'nda.

Ancak taraftarın takımı alkışlaması, bağrına basması bir yana dursun, hem maçtan önce hem de maçtan sonra polisin taraftarlara gösterdiği muammele için söylenecek çok fazla şey var. Maçtan önce stada girmek için sıra beklerken insanların Maraton tribününün orada biber gazına maruz kalması ve sağa sola kaçışması gözümden gitmiyor hiç. Aynı tablo maçın sonunda da yaşanmıştı maalesef. Maçtan sonra da çok farklı bir tablo yoktu yani. Yine sağa sola kaçışan bir sürü insan vardı. Her şeyden önemlisi, bu kaçışan insanların arasında küçük küçük çocuklar vardı maalesef. O insanları görünce kendimi şanslı hissettim. Zira biraz daha stattan geç çıksam, belki ben de o biber gazına maruz kalabilirdim.

Öte yandan şunu da belirteyim. Muhtemelen bu olaylardan sonra Fenerbahçe kulübüne seyircisiz oynama cezası verilecek. Şayet verilirse; yönetimin derhal bu cezaya itiraz etmesi gerekir. Çünkü bu olayların tek sorumlusu güvenlik güçleridir. Yaşanan olaylarda Galatasaraylı oyunculara hiçbir şekilde zarar verme amacında değildi taraftar. Bu bağlamda yönetimin yapacağı açıklamayı da merak etmiyor değilim.

30 Mart 2012

Şüphe...

Nasıl desem, nasıl başlasam bilemiyorum. Ama bir gerçek var ki; insanlar garip, çok garip hem de. Üstüne üstlük bazı insanlara hiç anlam veremiyorum. Hele bugün yaşananlardan sonra, Fenerbahçeliliğimden şüphe etmeye başladım ciddi ciddi.

Bugün bir yanda Kadın Basketbol takımın Euroleague maçı vardı, öte yanda da malum duruşma vardı Çağlayan'da. Her açıdan yoğun bir gündü yani biz Fenerbahçeliler adına. Dün elde edilen Galatasaray galibiyetinden sonra bugünkü Rivas maçı, Galatasaray maçından kat be kat daha önemliydi ancak taraftar beklenen ilgiyi göstermedi maça. Düne nazaran baya boştu yani salon. Sonuç olarak Fenerbahçe yenildi ve Euroleague'e veda etti.

Maçın sonucundan ziyade taraftarın o salona neden gitmediği ve takıma destek olmadığı konuşuluyordu. Ben dahil, bunu savunan birçok kişi doğu şeyi savunuyor esasında. "Neden gidilmedi o maça?" Beş bin kişi daha gitmiş olsaydı o maça bugün, belki de Fenerbahçe finalde olacaktı ama, olmadı işte. Neyse, taraftarın maça gidip gitmemesine değinmeyeceğim pek fazla.

Öte yandan da Çağlayan'da malum duruşma vardı. Doğal olarak Fenerbahçe taraftarı oradaki yerini de almıştı. En az basket maçındaki kadar -hatta daha fazla- bir kalabalık vardı orada da. Sonuç olarak beklenen tahliyeler olmadı ve herkes evinin yolunu tuttu. Meselem bu değil tabii ki de. Meselem; taraftarın özellikle bugün ikiye bölünmesi.

Bir kısım var ki; "Bugün Çağlayan'a gelmeyen Fenerbahçeli değildir" havasındaydı, bir kısım da "Basketbol maçına biraz daha taraftar gelseydi durum daha farklı olurdu" havasında. Aslında evet, yukarıda da dediğim gibi, basketbol maçına bugün biraz daha fazla taraftar gitseydi her şey daha farklı olabilirdi muhakkak.

Ama bırakın bu işleri... İsteyen istediğini yapar, fakat sen kalkıp da "Bilmem nereye gelmeyen Fenerbahçeli değildir" diye ortaya saldırırsan, işte o zaman olmaz. Ki, bunu diyen tayfa da belli. 3 Temmuz sonrası ortaya çıkan 'Gerçek' Fenerbahçeliler... Size söyleyecek laf bulamıyorum artık, gerçekten lafım yok sizlere!

18 Mart 2012

Fenerbahçe 2-2 Galatasaray

Bugün Canlı Gool programını izleyenler yorumlarıma şahit olmuştur. Bu maç yazısında programda söylediklerimden farklı bir şey yazmayacağım.  Yıllardır Fenerbahçe'nin Galatasaray'a kurduğu ezici üstünlük ortada. Ama şu son iki senedir Galatasaray, Kadıköy'den beraberlikle sahadan ayrılıyor ve dürüst olmak gerekirse iki senedir galibiyeti kul payı kaçırıyor desek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Ama işte futbol bu ya; olmayınca olmuyor. Ve şöyle de bir gerçek var ki; Galatasaray, Fenerbahçe'yi Kadıköy'de bu sene de yenemediyse, bir 10 sene daha yenemez.

Maçın ilk 15-20 dakikası Fenerbahçe için müthiş geçmişti. Hatta gelen iki golden sonra "Yine 5-6 tane atarız" hissiyatına kapılmıştı herkes. Ancak o 15-20 dakikalık müthiş oyundan sonra Fenerbahçe'ye bir hâller oldu. Sebepsizce savunmaya çekildi, skoru korumaya yönelik hamleler filan geldi Aykut Kocaman'dan. Tıpkı Daum döneminde olduğu gibi. Daum döneminde de aynı sorunu yaşıyordu takım ve Aykut Kocaman'da aynı geleneği sürdürdü bu maçta ve takımı savunmaya çekti. E sen takımı geri çekersen; Galatasaray'da ne var, ne yok saldırır.

İlk yarıyı Galatasaray bir gol atarak kapattı ve bu, onlar için çok önemliydi. İkinci yarıda takımın biraz olsun toparlanır diye düşündük ama, yok. Takım düzeleceğine daha kötü bir hâl aldı.

Sezon başından beri söylemediğimiz laf kalmayan Ziegler bu maçta, özellikle ilk yarıda müthiş bir performans ortaya koydu. Her ne kadar o da ikinci yarıda sahadan silinse de... Gerçi sırf Ziegler değil, ikinci yarıda bütün takım sahada yoktu neredeyse. Tabii bu esnada Galatasaray'ın akınları da devam ediyordu.

Aykut Kocaman'ın yaptığı değişikliklere, yapttığı hatalara da değinmezsem çatlarım. Bunu programda da söyledim; burada da söylüyorum. Tamam Aykut Kocaman iyi bir teknik direktör olabilir ama taktik bilgisi açısından zayıf bir teknik adam. Bunu söylemek elbette bana düşmez ama, benim fikrim bu yönde. Beğenilir beğenilmez, orası ayrı mesele.

Mesela en basitinden ilk maçta Alex en uçta başlamıştı maça ve o maçın geneli malum, Fenerbahçe tarihi bir farktan zar zor kurtulmuştu. Aynı şeyi bu maçta da yaptı mesela Aykut Kocaman. Alex, ikinci yarıda 10-15 dakika en uçta oynadı yine. Ve yine silik bir oyun sergiledi. Üzerine bu yetmezmiş gibi Alex'i oyundan çıkartmasına da ne desem, ne söylesem bilmiyorum yani.

Sonuç olarak Galatasaray, Kadıköy'den bir puanla ayrıldı ve play-off'lar öncesinde dokuz puanlık farkı korudu. Eğer lig böyle biterse, beş puanlık bir avantajı olacak Galatasaray'ın. Hadi bir şekilde Galatasaray.'ı Kadıköy'de yendin diyelim; ama deplasmanda kazanmak Fenerbahçe için gerçekten zor olacak. Ki bence şampiyon olmak istiyorsa bu takım, deplasmanda Galatasaray'ı kesinlikle yenmesi gerekiyor.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...